60’lık çocuklar
Yavuz Özmakas
1972’nin yazının son günleriydi.
Okulun merdivenlerinden ikişer-üçer atlayarak dışarıda bekleyen arkadaşlarımın yanına koşmuştum.
“Mezun oldum! Mezun oldum!”
Bir anda her şeyi halletmiş bir insanın mutluluğu ile uçuyordum. O andan sonra beni bekleyen yaşamın, bana neler sunacağını hiç düşünmeden. O ana dek tek beklentisine, tek hedefine ulaşmış bir insanın yaşadığı başarmanın gururu ile…
2012’nin yazının ilk günleri…
Aradan tam kırk yıl geçmişti. O merdivenlerden mutlulukla inen; beklentisine, hedefine ulaşmış on sekiz yaşındaki gencin yerine, altmışına “Merhaba” demeye hazırlanan bir çocuk bu kez büyük bir heyecanla aynı merdivenlerden okula giriyordu.
Kırk yıl sonraki bu maceranın benim için üç mimarı vardı. “Git okulunu gör.” diye tutturan ve hatta zorlayan eşim Hacer, “Merak etme havalar sıcak olmayacak.” diyen sevgili kardeşim Şakir (Hepiyiler) ve “Otobüsün klimasının altına oturturuz. Otel zaten klimalı, gel.” diyen kırk küsur yıllık dostum ve kardeşim Çetin (Gezer).
Kırk yıl önce beklentisine, hedefine ulaşmış gencin yerinde şimdi beklentilerini ve hedeflerini okulunu, arkadaşlarını ve “mahrumiyet bölgesi” yazgısı değişmeyen “ada”sını görmek isteyen biri vardı. Tatile değil geziye, görkemli bir nostalji yaşamaya gidiyordum.
Kırk yılda değişen yalnızca saçlarımızın ve sakallarımızın beyazlamasıydı. Biz hâlâ 14 yaşındaki çocuklardık.
60’lık çocuklardık.
Bunu, otobüse binerken Uğur’dan yediğim fırçadan (şaka) anlamak mümkündü. Daha otobüse adımımı atmıştım ki sevgili Uğur Durak,
“Bu sakallar ne len!” dedi. “Git sakallarını kestir. Üstüne de bir şey giymemişsin, git giyin gel!”
O arada hiç değişmeyen tombulluğu ve sevimliliği ile Mehmet Dalmaz’ı görmek de ayrı bir mutluluktu.
Çanakkale’ye indiğimizde eşimle birlikte deniz kıyısında bir kahveye gittik. Cumhur (Yeşil) ve Uğur (Durak) ile birlikte gevrek, peynir ve çayla (ön) kahvaltı yaptık. Gezinin daha başında yaşadığımız bu keyif, yaşayacaklarımızı müjdeler gibiydi.
Eceabat’ta deniz manzaralı kahvaltı, memnuniyetimi bir anda mutluluğa çevirdi. Yemek yemek beni mutlu ediyor. Hele hele bir de çok sevdiğim kahvaltıyı çevremde arkadaşlarım ve dostlarımla edince mutluluğum artıyordu, aynı paralellikte heyecanım da.
Arkamdan bir el kahvaltı tabağındaki peynirimi aldı. Hiç arkama bakmadan “al, al.” dedim. Dönmemle sımsıkı sarılmamız bir oldu. Hüseyin (Ekin), yüzünden hiç eksilmeyen gülmesi ile (gülümseme değil, gülme) karşımdaydı. Ben kardeşimle bile böyle candan ve sıcak sarılmamıştım. Buna şaşırmayın çünkü aynı sarılma feribotta Hilkat (Tezcan), Recep (Öztürk), Mevlüt (Çakı) ile devam etti. Adada ve okulda diğer arkadaşlarımla sürdü bu sarılmalar ve öpüşmeler. Fotoğraf çektirmeler, eski anıları anlatmalar, kahkahalarla gülmeler, çay içmeler havanın sıcaklığını hissettirmeyen sıcaklıklardı.
Eşime okulu gezdirirken ilk ve son sınıfımı, o dönemin resim, müzik ve spor odalarını gösterdim. Sonra öğle yemeğine gittik. Müthiş lezzetli bir kuru fasulye yedik. Tadı hâlâ damağımda. Ertesi günkü öğle yemeğinde de aynı kuru fasulyenin çıkmasını dileyenlerin sayısı az değildi. Başta ben olmak üzere.
Tepsilerimizi çöpe boşaltıp bulaşıkhaneye uzatmayı hiçbirimiz ihmal etmedi. O, bizim yemek sonu ritüellerimizden biriydi sanki.
İlk gün, Kaleköy’de ağaçların gölgesinde ve serinliğinde denizin karşısında bira içtik. Gündüzleri pek içmeyen biri olarak bu da yaşanan ayrı bir güzellik olarak anılarımda kalacak.
Aynı akşam okulumuzun mezuniyet törenine katıldık. Oturduğumuz yerin bir sıra önünde yeni mezun bir kardeşimiz cübbesini giymiş, ailesini yanına gelmiş, kepini düzeltiyordu. Kalktım yanına indim. Boyu benden az uzundu.
“Bana cüppeni ve kepini verir misin?” dedim. “Bir fotoğraf çektirip geri vereceğim.”
Şaşırdı. Kimdim, neden istiyordum, ne yanıt vermeliydi? Sorularına aklında yanıt ararken ben ikinci bombayı patlattım. “Bak,” dedim. “ben kırk yıl önce mezun olurken böyle cüppe ve kep giymemiştim. Şimdi giyeceğim ve fotoğraf çektireceğim.”
Şaşkınlığını hâlâ üzerinden atamamıştı. Otoriter bir sesle sorunu çözdüm.
“Vallahi, billahi geri vereceğim. Hem de kendi elimle giydireceğim.”
Bir yandan gülümserken bir yandan da cübbeyi ve kepi çıkarıp bana uzattı. Ben de verdiğim sözü tuttum. Fotoğraf çekildikten sonra cübbesini elimle giydirdim.
Cumartesi günü panelden sonra adanın merkezine gittik. 1968’den beri bizim hayatımızın en önemli yeri olan caddeyi gezerken düş kırıklığına uğradım. O cadde, bu cadde değildi. Benim caddemi bulamadım.
Bulduklarımın yanında bunun sözü olmazdı. Ama içimdeki tek burukluk olarak kalsa da mutluluğumu bozamadı.
Zeytinli köyüne çıkan yolun başında gölgede oturdum. Gözüm o sıcakta köye çıkmayı yemedi. Eşim Madam’ın dibek kahvesini içtiğini keyifle anlattı. Onca sıra beklemelerine karşın…
Tepeköy’de aldığımız ev şarabını, tatile gelecek olan oğlumuzla içmeyi kararlaştırdık. Mutluluğumuza onu da ortak edeceğiz.
Gala Yemeği’nde, gezi boyunca “sakız sponsorum” olan Mustafa (Dölcü), eşi Mücella ve kızı Gizem’le daha önce yüzlerce kez yaptığımız gibi aynı masayı paylaştık; kadehlerimizi tokuşturduk. Arkadaşlarımızın yanına gittik, onlar bizim yanımıza geldi.
6-D sınıfı ile çektirdiğimiz fotoğrafı yıllar önce çektirdiğimiz fotoğraf ile yan yana koyacağım. Yalnızca saçlarımız ve sakallarımız beyazlamış ama ruhumuz on dört yaşında olacak. Eğer yaşarsak bir kırk yıl sonra da böyle olacağından eminim.
Pazar günü Eceabat molası, yenen yemekler, Çanakkale’de meşhur Aynalı Çarşı gezisi, tatlı almalar, dönüş yolunda verilen molalarda hâlâ gidişteki heyecanın sürmesi…
Memnun değil, mutlu ayrıldık. Memnuniyetin ötesinde bir durum bu. Peki, hiç mi eksik yoktu, hiç mi aksama olmadı? Önemli olan, bu eksikliklere ya da aksamalara hoşgörü ile bakabilmekti.
Eğer mükemmeliyetçilik hastalığınız yoksa “tatile değil geziye gidiyoruz” amacındaysanız, bu geziden keyif almamanız, mutlu olmamanız için hiçbir neden yok.
Başta sevgili kardeşim Dernek Başkanımız Şakir (Hepiyiler), Çetin (Gezer), Mehmet (Yılmaz), otobüs sorumluları ve onlara para toplarken yardım eden arkadaşlarımız olmak üzere “gönüllü” görevli olan, bizleri mutlu etmek için çırpınan, herkesi hoşgörü ile dinleyen bu insanlara teşekkür ediyorum.
Yavuz ÖZMAKAS (1972)
Yaşam
yavuzozmakas